Karaköy’de Gümrük’ten Geçin
Son yıllarda yediğim en keyifli akşam yemeği sonrasında restorandan çıkıp Karaköy sokaklarında kahvemizi yudumlamak üzere giderken aklıma 11 yıl önce İstanbul’a geldiğimde Karaköy’ün hali geldi. Kimsenin mecbur kalmadıkça uğramadığı, sadece nalburiye malzemesine ihtiyaç duyanların geldiği, sokakları tenha, metruk binaların ikamet ettiği İstanbul’un en güzel ama yalnız semtlerinden biri. Aynı Üsküdar gibi Karaköy’de asıl İstanbul’u seyrederken hem Boğaz havasını, hem Haliç ile birlikte tarihi yarımada manzarasını seyredebileceğiniz nadir yerlerden. Öğrenci iken akbil yenilemek için yılda bir yolumuz düşerdi. Ancak Karaköy eski Karaköy olmaktan çıkalı da epey zaman oldu. Her geçen gün yeni mekanlar, yeni sürprizlerle birlikte gündeme gelirken standarttan sıkılmış, farklı tadlar ve deneyimler peşinde koşanların merkezi haline gelmişti.

Uzun süredir keyifli bir akşam yemeği yememiştim. Cuma akşamı haftanın son günü, aynı zamanda en yorgun olduğum akşam Nişantaşı’nda bir randevuma gidip ardından Ankara’dan gelen dostumla birlikte bir akşam yemeği yemeye karar verdik. O her zaman ki gibi farklı lezzetleri araştırıp öncesinde hazırlıkları yapıyordu. Bu sefer ki durağımız Karaköy Gümrük restaurant oldu. Gümrük öyle yoldan geçerken keşfedeceğiniz bir mekan değil. Kemankeş Camii’ye çıkan yolun başlangıcında olsa da başlangıçta çok dikkat çekmiyor. Randevu ile gitmeniz gerekiyor. Diğer zamanlarda yer bulma sıkıntısı yaşayabilirsiniz. Mekana girdiğinizde daha ilk farkı hissetmeye başlıyorsunuz. Buraya insanlar karınlarını doyurmaktan öte deneyim yaşamak için, farklı lezzetleri tadmak için geliyorlar.

Yerimizi öğrenip 15 günde bir değişen menümüzden farklı lezzetlere göz atıyoruz. Birer başlangıç ve ana yemek söyleniyor. Servis gayet kaliteli. Ortam şık. Herkes ikili üçlü gruplar halinde gelmiş. Üst katta daha kalabalık gruplar var bu akşam. Kahkahalarına bakılırsa herşey yolunda. Ağır pişmiş ördek ile yeşil mandalinalı piyaz yemeğimizi yedikten sonra hayatımda ilk kez menengiç dondurması tadına bakıyorum. Ardından keçi peyniri ile yapılmış meyveli tart geliyor. Yemekler mükemmel. Şef malzemeler ile oynamayı seviyor.

Mekanda çalan müzikler rahatsız etmiyor. Ambiyans güzel. Ve sonrasında üst katları keşfe çıkıyoruz. Eğer ilk giriş katta yemeğinizi yeyip ayrıldıysanız büyük bir kayıp yaşarsınız. Bir üst katta yine yemek servisi devam ediyor. Merdivenleri tırmanmaya devam ettiğimizde üst kata çıktığımızda herhangi bir yerdeki bir restaurantta değil de bir sanat galerisine adım atıyormuşsunuz hissine kapılıyorsunuz. Loş ışık altında iyi aydınlatılmış Ara Güler İstanbul tabloları ve keyifli bir lounge ortamı. Rahat koltuklar ve mini masalar. Ama onlar da dekorun bir parçası. Oturmak için değil sanki. Müzik farklılaştı. Tek tek tablolara baktıktan sonra bir kat daha tırmanıyoruz. Bu sefer sol taraftan filmlerde büyü ailelerin oturup yıllık buluşmalarını yaptığı tarzda uzun bir masa. Ekrasında düzenli dizilmiş malzeme depoları. Sağ tarafta ise yine farklı bir ambiyans ile masalar ve tablolar devam ediyor.

Cesaretimizi toplayıp bir kat daha çıkmaya başlıyoruz. Merdivende kata doğru yaklaşırken müzik yine değişiyor ve ortam biraz daha karanlıklaşıyor. Merdivenleri bitirdiğimizde tam karşımda çıtır çıtır yanan odunları ile etrafa hoş koku salmaya devam eden bir şömine. Hemen solunda mini bir çalışma masası. Sağ tarafa ise genişçe bir koltuk ve önünde bir sehpa. Tabi ki muhteşem bir manzara koltuğun üstünü süslüyor. Belli ki birinin çalışma masası. Çok gerek olmasa da iki tarafta da teraslara çıkan sürgülü birer kapı. Zaman geçmesin, neden benim çalışma ortamım böyle değil, çalan müzik ne? Shazam’ı açayım düşünceleri akarken girişinden terasına kadar mükemmel kurgulanmış bir köşk gibi geliyor. Ve bu düşünceler ile adamlar bizim hayal ettiğimizi gerçekleştirmiş düşünceleri ile tek tek iniyoruz merdivenleri. Gümrük’ten geçip sokağa çıktığımızda gerçek dünya ile karşılaşıyor ve bir süre hiç konuşmadan ilerliyoruz kahvelerimizi yudumlamak için yöneldiğimiz Cafe Sapiens’e.